ÖZELLEŞTİRMELER ÜZERİNE

Posted on 21 Ocak 2013 · Posted in Genel

Geçtiğimiz yılın son günlerinde gerçekleştirilen “Köprü ve otoyolların” özelleştirilmesi ihalesi ile birlikte, özelleştirme tartışmaları yeniden gündeme geldi. Yine pek çok gazeteci, yazar, siyasetçi ve bürokrat konuyla ilgili çeşitli medya platformlarında görüş beyan etti. Özelleştirme rakamı üzerinde ince ince, türlü türlü hesaplar yapıldı. Bütün bunlar yapılırken dile getirilen görüşler hangi doğrultuda olursa olsun genelde siyasi ve ideolojik boyuttaydı.

Ülkemizde ilk özelleştirmelerin başladığı ve ANAP iktidarının hükümette olduğu 1983 sonrası dönemden bugüne pek çok özelleştirme yapıldı. Hepsinin sonrasında benzer tartışmalar hep devam etti. Çarşıda, pazarda, vapurda, kahvede veya takside en popüler, en hararetli tartışma konusu sanıyorum futbol ve terörden sonra bu olmuştur. Bu da şunu gösteriyor ki biz millet olarak bu özelleştirme denen şeyi ya yeteri kadar anlayamadık ya da doğru bir bakış açısıyla konuya bakamadık. Diyebilirsiniz ki bu konuda o kadar çok adam o kadar çok şey söylüyor ki; İyi mi? Kötü mü? Doğru mu? Yanlış mı? Gerekli mi?  Gereksiz mi? Kafamız karışıyor.

Ben naçizane bu yazımda; özelleştirmeler konusunda, yıllardır onca uzman, gazeteci ve siyasetçi görüşüne rağmen hala kafası karışık olanları bir nebze olsun aydınlatmaya çalışacağım. Bu sözlerimden sakın ahkam keseceğimi, bugüne kadar onca kelli felli adamın bu konuda anlatamadığını benim bir yazıda anlatacağım havasında olduğumu düşünmeyin.  Asla böyle bir ruh hali ve haddi içinde değilim. Amacım; kendimce ve olabildiğince yalın bir biçimde özelleştirme konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak.

En başta şunu belirtmeliyim. Özelleştirmelere mutlak doğru veya mutlak yanlış gözlüğü ile bakmak son derece önyargılı ve yanlış bir yaklaşım olur. Her özelleştirmeyi kendi dinamikleri içinde değerlendirmek gerekir. Özelleştirilecek kamu kurum ve işletmelerinin kar-zarar durumları, devlet bütçesine olan yükleri, pazar payları, rekabet güçleri ve en önemlisi devlet bütçesinin genel durumu gibi pek çok faktör özelleştirme kararını ve sürecini belirler.

Türkiye’de ilk özelleştirmeler başladığında, özelleştirilmesi planlanan pek çok kamu kurum ve işletmesi ciddi anlamda zarar eden, sürekli devlet bütçesinden kaynak aktarılarak ayakta tutulmaya çalışılan durumdaydı.  Ayrıca,  “KİT” (Kamu İktisadi Teşebbüsü) diye tanımlanan bu kamu kuruluşları her dönemin siyasi iktidarının arpalık diye tabir edilen yoğun kadrolaşmalarına maruz kalmış, ihtiyaçlarının çok çok üzerinde yoğun olarak da vasıfsız işgücü ile doldurulmuşlardı.

Hemen hemen hepsi rasyonel yönetim ilkelerinden uzakta yönetiliyor ve teknolojilerini günün koşullarına göre yenileyemiyorlardı. Faaliyet gösterdikleri piyasalardaki rekabet güçleri ve pazar payları giderek azalıyordu. Üstelik faaliyet gösterdikleri piyasalarda özel sektörün çok başarılı, ileri teknoloji kullanan, uluslararası alanda faaliyet gösteren güçlü şirketleri vardı.  Böylesi bir durumda, Devlete çok büyük bir yük olan bu kamu kuruluşlarının rehabilite edilerek özelleştirilmesi  veya  kapatılması adeta zorunlu tek çözümdü.

Sümerbank, Etibank, TZDK, Denizbank, şeker fabrikaları, gübre fabrikaları vb. pek çok Kamu kuruluşunda bu yönteme gidildi. Burada önemli olan; bu kurumlarda çalışan personelin olabildiği ölçüde özlük haklarının ve sosyal güvencelerinin korunabilmesiydi.  O dönemin devlet imkanları içinde bu belli bir ölçüde yapıldı ama herkesi tamamen memnun etti mi? Tabi ki hayır. Fakat unutulmamalı ki kangren olmuş bir yarayı vücut bütünlüğünü tamamen koruyarak tedavi edemezsiniz.

Şimdi burada denilebilir ki bu kamu kuruluşları, devletin elinde zarar etmeden başarı ile çalıştırılamaz mıydı? Elbette bu teorik olarak mümkündü ama aradan geçen uzun yıllar, özellikle de 1965-1980 arasındaki dönemde görev alan hükümetler maalesef başaramadı. Bunların devlete olan yükleri artık taşınamaz hale gelmişti.  Bu kamu kuruluşlarını iyileştirmek için yapılacak yeni yatırımları devletin finanse etme gücü hiç yoktu.

Diğer taraftan; özel sektör yıllar içinde ülkemizde çok gelişmiş, sermaye yeterliliği artmış bir duruma gelmişti. Devletin,  Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizdeki özel sermaye ve teşebbüs yetersizliğinden kurmak zorunda kaldığı,  basma, şeker, lastik, demir-çelik, traktör,  sigara, gübre vb. ürünler üreten bu kamu iktisadi kuruluşları artık misyonlarını tamamlamıştı.  Devlet artık asli görevi olan;  düzenleyici,  denetleyici ve alt yapı oluşturan konuma gelmeliydi. Bu bağlamda o dönemde yapılan özelleştirmeler, ekonomik gereklilikler ve devletin bütçe yapısı dikkate alındığında kaçınılmazdı.

Buraya kadar bahsettiğim, özelleştirmeye konu olan kamu kuruluşları; sürekli zarar eden, devlet bütçesine yük olan,  verimsiz,  ürün ve hizmetleri özel sektör tarafından ikame edilebilen ve misyonunu tamamlamış  kamu kuruluşlarıydı.  Bunların özelleştirilmesi konusunda,   toplumun pek çok kesiminde (bazı sendikalar haricinde) sanırım fazlaca itiraz veya tartışma olmadı.

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere.  Asıl yoğun itirazların ve hararetli tartışmaların yaşandığı madalyonun bir de öbür yüzüne bakalım.  Şimdiye kadar bahsettiğimiz özelleştirmeye konu kamu kuruluşları; görüldüğü üzere sürekli zarar eden, devlet bütçesine yük olan, verimsiz, rekabet gücünü yitirmiş kamu işletmeleriydi.

Peki ya bu ülkede; Türk Telekom, Tüpraş, Petrol Ofisi ve en son köprüler ve otoyollar da özelleştirildi.  Bunlar; zarar etmeyen aksine ürün ve hizmetleriyle adeta para basan, tekel konumunda olan, devlet bütçesine yük olmayı bırakın en yüksek katkı sağlayan kamu işletmeleriydi. Hele Hele son örnek,  köprü ve otoyollar ne demeye özelleştirildi diye pek çok kesimden ciddi tepkiler var.  Gerçi köprü ve otoyollarda devlet tapu teslim etmedi sadece 25 yıllık gelirini özel sektöre devretti. Türk Telekom’da da devletin kontrolünü tamamen kaybetmeyeceği bir yöntem uygulandı.  Neyse burada önemli olan, yöntemden ziyade buna neden gerek duyulduğu sorusunun cevabı.

Bunun sorunun cevabını,  en son özelleştirme olan “köprü ve otoyollar” özelleştirmesini baz alarak vermeye çalışalım.  Bilindiği üzere;  devletin bütçesi, son yıllarda çok olumlu ekonomik gelişmeler olmasına rağmen,  yine açık vermeye başladı. Bütçedeki açığı gidermenin başlıca yollarından biri kamu yatırım ve harcamalarını kısmak veya durdurmak,  biri vergileri artırmak,  bir diğeri de devletin elindeki para eden kuruluşları özelleştirerek bütçeye ilave kaynak sağlamak.

Malumunuz önümüzdeki bir iki yıl içinde üst üste yerel, genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var.  Hiçbir hükümet böylesi yoğun bir seçim atmosferinin öncesinde, kamu yatırım ve harcamalarını kısmayı ya da durdurmayı göze alamaz.  Vergileri artırma noktasında da zaten yapılacağı kadarı yapıldı. Neredeyse bıçak kemiğe dayandı.  Geriye bir tek iyi para eden kamu mal veya işletmelerinden özelleştirme yoluyla bütçeye kaynak sağlamak kalıyor.

İşte en son “köprü ve otoyollar” özelleştirmesiyle yapılan budur. Hükümet bütçe açığını kapatmak, önümüzdeki seçimlere güçlü bir ekonomik tabloyla girebilmek için bu yolu tercih etmiştir. Söz konusu özelleştirmenin rakamsal analizine girmek istemiyorum. Bu zaten fazlasıyla pek çok mecrada ince ince hesaplandı, yazıldı çizildi. Ancak, bu noktada şunu belirmekte fayda var. Hangi tür hesaplama yöntemiyle yapılırsa yapılsın devletin bu özelleştirme ile 25 yıllık gelirinin hemen hemen yarısına yakın bir kısmından feragat ettiği yaygın görüş olarak kabul edilmiş durumda.

Bu özelleştirmeyi ticari hayattaki bir duruma benzetecek olursak,  Devlet bugünkü acil finansman açığını kapatmak için,  bir nevi elindeki 25 yıl vadeli çok yüklü meblağdaki garantili bir senedi, alacağının önemli bir kısmından vazgeçerek kırdırmış oldu diyebiliriz.

Bilenler bilir çok acil paraya sıkışanlar, bulabilecekleri paranın maliyetini pek hesaba katmazlar. Önemli olan,  hangi maliyetle olursa olsun bulunan paranın doğru kullanılarak, bir daha aynı kısır döngünün içine girmemektir.

Umarım 25 yıl sonra bütçesi fazla veren, bir tur daha şu köprü ve otoyolları özelleştirelim demek zorunda kalınmayan bir ülkede yaşarız.

Konuk Yazar: E. Ferit İNAN